Radikal İslam ile mücadele eden Fransa’nın gündeminde davalar var. Müslüman vatandaşlarının dahil olduğu bu davalar, kişisel özgürlüklerin sınırları konusunda bizleri düşünmeye davet ederken, pek çok soruyu da beraberinde getiriyor. Din ve vicdan özgürlüğü, uluslararası organizasyonların yapısı ve işlevselliği, laikliğin tanımı ve sınırları, Radikal İslam ve Siyasal İslam kavramları bu soruların başında geliyor. Bu yazımızda hepsine birden yer vermemiz pek mümkün olmayacak. Bu yüzden davalara geçmeden önce, Fransa’daki laiklik anlayışına ve bunun yasalarla nasıl korunduğuna bakalım.
Laiklik Kavramı
Sanılanın aksine, laiklik dünyanın her yerinde aynı anlama gelmiyor. Her ülkenin tarihine, sosyo-kültürel yapısına göre kendi anayasası ile şekillenmiş yerel uygulamaları var. Yasaların kapsamı da ülkeye göre değişiklik gösteriyor.
Almanya’da örneğin laiklik kavramı devletin daha nötr kalması ve tüm dini gruplara eşit mesafede durması olarak yorumlanırken, Fransa için bu devlet ile kilisenin etkinlik alanın birbirinden tamamen ayrılması olarak yorumlanıyor.
Amerika örneğinde ise Almanya örneğinde olduğu gibi eşitlik prensibi esas alınıyor. Amerika’da din ve devlet işleri arasında yine bir ayrım var, ama İncil’den referans alınarak hazırlanmış kanunlar da bulunuyor. Bir devlet kurumunda ya da mahkemede dini sembollere rastlayabiliyoruz. Cumhurbaşkanının göreve başlarken İncil’e el basarak yemin etmesi bunun en çarpıcı örneklerinden. Laiklik kavramının felsefi ve sosyolojik boyutları da var, ama şimdilik sadece hukuki boyutunda kalalım.
Fransa’nın Laiklik Anlayışı
Fransa’da laikliğin hukuki tanımı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devlet aygıtının nötr kalması, tüm dini gruplara maddi-manevi eşit mesafede durması ve herkese din-vicdan özgürlüğünün sağlanmasıdır. 9 Aralık 1905 kanunu ile kilise ve devlet işleri birbirinden tamamen ayrılmış, devlet nötr kalırken, din olgusu onu temsil eden tüm uzantılarıyla birlikte devletten ve devletin tüm kurumlarından ve kamusal alandan çekilmiştir.
1905 kanunu, içeriği itibariyle din özgürlüğünü (o tarihte sadece 4 din için) getirirken dini kurumların devlet tarafından finanse edilmesini de durdurmuştur.
Fransa’da Türban Yasağı
Davalara gelirsek, türban yasağı ile ilgili tartışmaların Ekim 1989’a kadar uzandığını görüyoruz. Ortaokula giden üç öğrenci, derste türbanlarını çıkarmayı reddetmeleri üzerine okuldan uzaklaştırılıyorlar. Kasım 1989’da görülen davada Danıştay, İslami örtünmenin devletin laiklik ilkesi ile bağdaşmadığı kararını veriyor.
2003 senesine geldiğimizde, dönemin Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Stasi Komisyonu’nun kurulmasını istiyor. Bu komisyonun görevi, o dönem ülkede laiklikle ilgili yaşanan sorunların sebeplerini, halkın güncel ihtiyaçlarını tespit etmek ve bunlara uygun çözüm önerileri sunmak.
Komisyonun ilk bulgusu, 1905’ten beri süre gelen göçlerle Fransız toplumunun dini yapısındaki değişiklikler oluyor. Chirac’a sundukları raporda, göçmen halk ile entegrasyonun sağlanması, özellikle koloni ve kölelik tarihi üzerine eğitimlerin yaygınlaştırılması ve dinin siyasete alet edilmesinin engellenmesi öneriliyor. Bu çerçevede kamusal alanda kippa, büyük haç ve baş örtüsünün yasaklanması isteniyor. Küçük Haç, küçük Kuran, küçük Davud’un Yıldızı gibi sembollere izin veriliyor.
Raporun hazırlanma ve araştırma sürecine baktığımızda olabildiğince tarafsız ve profesyonel olduğunu söyleyebiliriz. Toplumdaki tüm eksikleri tespit etmeye çalışıp, buldukları her sorun için uygun çözüm önermişler. Örneğin Arapça ve Kürtçe eğitimin yaygınlaştırılması, laiklik ilkesinin uygulanmadığı Alsace bölgesinde İslam dersinin müfredata eklenmesini istemeleri, entegrasyon için sunulan öneriler arasında. Samimi olarak milli bir entegrasyon amaçlandığını görebiliyoruz.
Sunulan rapor sonucunda, 2004 senesinde, Fransa Ulusal Meclisi’nde oylanarak yeni bir yasa kabul ediliyor. Bu yasa ile ilk ve orta dereceli okullarda tüm dini semboller yasaklanıyor. Başörtüsü de bunlardan biri (2019 yılında, Senato’nun bu maddeyi “görünür sembollerin yasaklanması” olarak düzenlendiğini görüyoruz).
Günümüze gelirsek, geçtiğimiz haftalarda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, müslüman bir fransız vatandaşının şikayeti üzerine açılan soruşturmada Fransa’yı suçlu buldu. Şikayet sahibi, bir lisede yetişkinler için verilen eğitime türban taktığı için alınmamıştı. Komite, Fransa’nın BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesinin düşünce, vicdan ve din özgürlüğünü kapsayan 18. maddesini ve hukuk önünde eşitlik öngören 26 sayılı maddesini ihlal ettiği yönünde görüş paylaştı.
Komite daha önce 2018 yılında da, Baby Loup davası olarak bilinen, özel bir kreşte çalışan, türbanlı bir vatandaşının şikayet dosyasında, Fransa’nın dini özgürlükleri ihlal ettiği ve dinde ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle benzer bir karara varmıştı. Çıktığı yıllık izninden türbanı ile geri dönen kadın, türbanını çıkarmayı reddettiği için kamu düzenine ve kreşin işleyişine zarar verdiği gerekçesiyle işten çıkarılmıştı. Davanın ilk aşamalarında, Fransa Yargıtay başkanlığının 19 Mart 2013’de verdiği kararda, “laiklik ilkesinin sadece kamu kurumları ve kamu kurumları ile çalışan özel şirketlerde uygulanabileceğini” paylaştığını görüyoruz. Bu karar Komite’nin kararıyla benzer görünse de, mesleki sebeplerle ilgili tüm kararları özel sektörün inisiyatifine bırakmış durumda. Yani kurumun, mesleki bir sebep göstererek ya da şirketin iç tüzüğüne değerler maddesini ekleyerek çalışanı işten çıkarmasında yasal bir engel bulunmuyor.
2016 senesinde ise BM İnsan Hakları Komitesi, burka (kara çarşaf-peçe) giydiği için ceza alan iki kadın vatandaşı için, Fransa’dan burka yasağını kaldırmasını istemişti. Bu davalarda konu aslında 2010’da Nicolas Sarkozy döneminde çıkarılan, burka yasası olarak bilinen “kamusal alanda yüzü kapatan giysilerin yasaklanması” yasasıyla ilgili. Komite bu yasanın iptalini istemişti.
2014 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi söz konusu yasa için “açıkça dini bir çağrışım olmadan” sadece yüzün kamusal alanda saklanmasına karşı bir düzenleme olduğu için onay verdi ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine uygun olduğuna hükmetti.
“Vivre-ensemble” Vurgusu
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Fransa ile ilgili verdiği kararlara baktığımızda, “birlikte yaşamak” nosyonuna vurgu yapıldığını görüyoruz. Kamusal alanda burka ve nikap giymek isteyen müslüman bir vatandaşının açtığı davada (S.A.S v. Fransa), mahkeme Fransa’nın koyduğu bu yasağın, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özel ve ailevi hayata saygıyı içeren 8. maddesine ve din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesine aykırı olmadığına hükmetmişti. Mahkemenin karar gerekçelerinde, demokratik bir toplumda birlikte yaşamanın bir gereği olarak yüzün ve bedenin tamamen kapatılmasının doğru olmadığına yer verildiğini görüyoruz.
Bu noktada BM İnsan Hakları Komitesi ile AİHM’nin kararları net bir şekilde çelişiyor diyebiliriz.
AİHS Bağlamında Din ve Vicdan Özgürlüğü
Bu çelişkinin sebebine ek olarak da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin düşünce, din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 9. maddesinin 2. bendinde yer alan bağlayıcı maddeyi gösterebiliriz.
Sözleşmedeki maddeden şunu anlıyoruz: Herkes dinini özgürce yaşama hakkına sahiptir. Ama bu hak, kamu düzeni ve güvenliğini tehdit etmediği ve başkalarının hak ve özgürlüklerini çiğnemediği sürece geçerlidir. Havaalanı, konsolosluk gibi polis kontrol noktalarında yaşanan sorunlar neticesinde (türbanı çıkarılması istenen Sihler için ve konsolosluk vize işlemlerinde türbanını çıkarmayı reddeden Faslı kadının şikayeti üzerine açılan davada), aynı çerçevede, AİHM’nin Fransa lehine karar verdiğini görüyoruz. (Phull v. Fransa; El Morsli v. Fransa).
Bu aslında Komite’nin 2018’deki Baby Loup kreş davasında Fransız yetkililere, “türban takmayı kreşte nasıl bir kamu tehditi olarak gördüğünüzü anlatır mısınız?” diye sormasını da açıklıyor.
Şahsen ben burada Fransa’nın sergilediği duruşun eşitlik prensibine dayandığını düşünüyorum. Çünkü herkesin dini, inancı ve bunu uygulama şekli farklı. Devlet, tüm inanç gruplarına ve ibadetlere eşit mesafede durmakla, eşit imkan tanımakla yükümlü. Bu noktada aklıma Valerie Stoker’in “Sıfır Tolerans mı? Sih dini ve kılıçları” isimli makalesi geliyor.
Makale 2001 senesinde, Kanada’da bir okulda yaşanan, Sih dinine mensup öğrencilerin okula kirpan adı verilen kılıçla geldikleri hadiseyi konu alıyor. Dinin bir gereği olarak, tüm Sihlerin vaftiz edildikten sonra kirpanı üzerinde taşımaları gerekiyor. Bir gün okulun bahçesinde oyun oynarlarken Gurbaj isimli gencin kılıcı yere düşüyor ve okul silahlara karşı uyguladığı sıfır tolerans kuralına dayanarak çocuğu evine gönderiyor. Mart 2006’da görülen davada Kanada Yargıtay başkanlığı, Gurbaj’ın lehinde karar veriyor. Okul da çocuğa, düşmeyecek ve hiç görünmeyecek şekilde vücuduna sıkıca sarması koşuluyla, kılıcı okula getirmesine izin veriyor. Biraz önce yasaların toplumsal ve tarihsel koşullara göre her ülkede değişiklik gösterdiğinden bahsetmiştik. Bu bağlamda, geçtiğimiz sene Samuel Paty olayıyla sarsılan Fransa’da okula kirpanla gelmeye izin vermek mümkün olur muydu dersiniz?
Diğer yandan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, BM’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine atıfta bulunulurken dikkat çeken bir ayrıntıya da yer veriyor. Vicdan özgürlüğü tanımlanırken, “din olabilecek en geniş anlamıyla ele alınmalıdır, konseyin hiçbir organı dinin ne olduğunu tanımlama yetkisine sahip değildir” deniliyor. Her dinin kendi içinde farklı mezhepleri ve farklı yorumları olduğunu düşünürsek, bu madde olmadığı takdirde, herkes kendi inancı için bir talepte bulunsa, kamusal alanı düzenlerken devletlerin işi hiç de kolay olmazdı sanki. Sadece 4 dine özel kanun çıkarıp diğer tüm dinleri yok saymak da adil olmazdı. Mantıklı olarak düşündüğümüzde evet kirpanla türbanı bir tutmak garip kaçabilir. Ama din herkesin kutsalıdır. Onu sorgulamak kimsenin haddi olmamalı. İkisi de inanan kişi için aynı derecede kutsaldır eminim ki. Bu noktada, türban takmak tüm İslam dünyasını temsil eden geniş bir uygulama olmadığı için, yasaklanması mevcut Fransız ve Avrupa Birliği yasalarına aykırı görünmüyor.
BM İnsan Hakları Komitesi Kararlarının Bağlayıcılığı
Uluslararası hukuk nezdinde ise Fransız hükümetinin ve davaya konu olan özel işletmelerin BM İnsan Hakları Komitesinin kararlarını uygulamak gibi bir zorunluluğu bulunmuyor. Komite 1973 senesinden beri, uluslararası sözleşmeye imza atan devletlerin sözleşmeye uygunluğunu denetliyor. Sözleşme ihlali gördüğü yerlerde ilgili mercilere raporunu sunuyor. Yaptığı uyarıların herhangi hukuki bir yaptırımı bulunmuyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygunluğu denetleyen AİHM kararlarının da, prestij olarak etkisi olsa da hukuki bir bağlayıcılığı bulunmuyor. Her devlet gibi Fransa da, insan hakları söz konusu olduğunda önce kendi anayasasını referans alıyor.
Fransa’da “Cumhuriyet Değerleri” Vurgusu ve İmam Hassan Iquioussen’in Sınır Dışı Edilmesi Kararı
Fransa’nın, yasalarına ne kadar saygı duyduğunu göstermek için yerel bir dava ile devam edelim.
Fransa’da geçtiğimiz hafta İmam Hassan Iquioussen hakkında, Müslüman Kardeşler yakınlığı ve cumhuriyet düşmanlığı nedeniyle sınır dışı edilmesi için karar çıkmıştı. Fransa doğumlu, ama Fas vatandaşı olan İmam Hassan, antisemit, kadın düşmanı, homofobik olmakla ve vaazlerinde nefretle bu düşünceleri yaymakla suçlanıyor. Le Figaro gazetesinin haberine göre, İçişleri bakanı Gérald Darmanin, İmam Hassan’ın sınır dışı edilme talebini açıklarken, “Cumhuriyet değerlerine sahip olmayan hiçbir bireyin bu topraklar üzerinde işi yoktur” dedi ve İmam Hassan’ı, kamu düzeni ve devlet güvenliği için bir tehdit olarak gördüğünü açıkladı.
Imam Hassan açtığı karşı davayı kazandı ve Paris İdare Mahkemesi, ailevi sebeplerden dolayı (doğduğu günden beri Fransa’da yaşadığı, Fransız vatandaşı çocukları ve ailesi olduğu için) sınır dışı edilme kararını erteledi. Dava Danıştay önünde görülmeye devam edecek.
Radikal İslam’ın bugün artık bir iç güvenlik sorunu haline geldiği Fransa’nın tüm bu davalarda sunduğu gerekçe, kendi egemenliğini koruma ve iç güvenliğini sağlama gerekliliği. Bu da ona gerektiği koşullarda, tüm toplumun iyiliği ve güvenliği için kendi kamusal alanını düzenleme hakkını veriyor. Ki bu hakkı 1905’ten beri saydığımız bu yasalarla güvence altına almış durumda.
İrem Ertürk, Paris 1 Pantheon-Sorbonne Siyasal Bilimler
[…] Imam Hassan’a neden bu kadar büyük bir tepki verildiğini ve sınır dışı edildiğini daha iyi görebiliyoruz sanırım şu an. […]