Misafir Odası

Sizden Gelenler: Vive L’Administration Française!

Bir takipçimizin Fransa’da yaşadığı anıyı hiçbir yorum eklemeden sizlerle paylaşıyoruz. İşte Pelin Usta’nın Fransa izlenimi:

Ekolojiye bir destek benden gelsin, vücudumdaki arsız yağlanmaları da azaltsın düşüncesiyle sevgili arabamı garın parkına bırakıp trenle işe gitme kararı aldım o gün. Vücudumun alarm sisteminin bozulması nedeniyle bu tarz halk eylemlerine bir süredir uzak kalmıştım. Halbuki İstanbul’da üniversite okumuş biri olarak, toplu taşımanın bir şekilde yaşam biçimim hâline geldiğini söylememe gerek yok sanırım. Vapur, tren, otobüs gibi bilumum ulaşım aracında sağlı sollu, üstlü altlı, salyalı, müzikli birçok yolculuk yapmış ve bundan keyif de duymuşumdur. Ama Türkiye’deyken pek deneyimlemediğim trenle Fransa’da epey vakit geçirdim. Çoğunlukla grevde olan bu trenleri arada yakalayabildiğimizde sevinç doluyoruz. Benim gittiğim yön, sabahları sakin oluyor genelde, o çılgın İstanbul kaynaşmasını birazcık akşam dönerken buluyorum. Ne yalan söyleyeyim, soğuk havada pek de iyi geliyordu insana, Fransızların deyimiyle sardalyalar gibi bitişik bir şekilde seyahat ettiğimizden hem ısınıyor hem de bir yere tutunma ihtiyacı çekmiyorduk. 

Buradaki sistem biraz farklı, trene gişede kontrol olmadan binilebiliyor. O günkü kontrolcü hanım veya beyefendinin ruh haline bağlı olarak bedava ya da -eğer biletiniz yoksa- beklenenden daha fazla para ödeyerek yolculuğunuzu tamamlıyorsunuz. O kısmı da biraz maceralı, heyecanlı tabii. İnsanı ister istemez denesem mi ya, zaten kimsenin kontrol ettiği yok, durumuna itiyor. İstanbul’da akbil sistemine alışmış biri olarak bu durum beni şaşırtmıştı. Güven sorunluyuzdur biz, bilirsiniz. 

Bir akşamüstü Lille’deki işimden eve dönüş trenindeyken artık kepli kontrolcüden kaçmama gerek olmadığını düşündüm. Kendime aylık bir tren üyeliği yaptırmıştım. Postacı görünümünde, Heidi izlediyseniz orada da gördüğünüz düdüklü amcanın genç versiyonları bu kontrolcüler. Önlerinde adlarını gösteren kartları, herkese selam veren, güler yüzlü ama sinsi insanlar… Önlerimden her geçişinde borsa kıvamındaki stresim yerini bu hislerle değiştirdi. Ama öyledir ya, artık üyeliğim olduğundan hayatta da kontrol yapmazlar. Gel de sinir olma. Neredeyse bir kontrolcü yakalayıp “bak biletim var” diye göstermek istiyorum. Ve nihayet kontrolcü gelip biletimi sordu. Şaka bir yana denk geliyoruz arada ama genelde tenha saatlerde ya da çok kalabalıksa bazen inerken rastlaşıyoruz bu güzide görevlilerle.

Trenden inip garın parkından arabamı almaya gittiğimde bir de ne göreyim? Arabam ortalıkta yok. Parkın girişine duba koyup yazı asmışlar. Lunapark kurulacağı için arabam çekilmiş hem de park ettikten 20 dakika sonra. Sabah hiçbir uyarı olmayan bu parka bendeniz saf, uykusuz, masum köylü arabamı bırakıp işe gitmiştim. İşin kötüsü araçla çocuğumu kreşten almaya gidecektim. Ne yapacağım, neye üzüleceğim listesi uzadıkça uzarken eşim imdadıma yetişti. 

Sabah çocuğumu kreşe götürmem gerektiğinden hemen karakola yetişeyim, arabayı alayım, dedim. Karakol 18.00’de kapanıyor, tam 17.58’de kan ter içinde veznedeki kadını kilitledim. Diyeceksiniz neden karakola gidiyorsun? Efendim, arabayı çekicilerden almak için karakoldan bir onay evrağı almanız gerekiyor. O belgeyi almak için de ruhsat, kimlik ve arabanın sigortasını göstermelisiniz. Ruhsat ve kimlik yanımdaydı lakin sigorta yoktu. Sigorta şirketini aradım hemen, onlar da 18.00 gibi kapatıyorlardı… Resmen bir tuzak… Neyse yakaladım birini, bana arabamın sigortasını göndermesini rica ettim. Tamam, deyip attılar, ilettim kolluk kuvvetlerine.  “Bu eski hanımefendi!” demesinler mi… Kan ter içinde, elimde yeğenime aldığım büyük Paskalya yumurtasıyla çaresizce kaldığım o anda, bana acıyarak onay belgemi verdiler. Çekicinin adresini aldım. 24 saat açık olduğu yazıyordu kartvizitlerinde. Çekici bizim evden 15 km ötede görünüyordu. Toplu taşımayla gitsem 2-3 saatte bir geçen otobüsle oraya varabilirdim. Harika bir konum! Eşimi çağırdım, ondaki arabayla benimkini almaya gittik. Vardığımızda çekici kapalıydı. Meğer ofis işleri adı altında verdikleri araba çekme faaliyeti saat 18.00’de sonlanıyormuş. O sırada fabrikaya giren birini yakaladık, adam “olmaz, ofis saatlerinde gelin, veremem” dedi. Dedik “Niye 24 saat açık yazıyorsunuz?” O araba arızalanırsa ya da çekmek içinmiş.

Bütün sinirli hücrelerimle eve döndük. Öğle arasında bile açık değil burası. Arabayı alma konusunda zaman tanımayan bu araba sörfçüleri, verme konusunda ise bir hayli cimri. Ertesi gün işten özel bir izinle tekrar oraya gidip nihayet arabayı alabildik. Arabamı iki gün tuttukları için gün başına da ayrı bir ücret aldılar. Toplamda 140€ civarı para ödedim. Arabama bir de yazı yazmışlar, “satılık değil” diye. Satılık olan arabaların arasına koymuşlar. 

Bitti mi? Hayır, bir de kolluk kuvvetlerine biraz ikram. Onlar da ‘rahatsız edici park etme’ suçundan 35€ ceza kestiler. 

Niye o parkı akşamdan kapatmıyorsun da sabah 8.45’te kapatıyorsun, sorusu kafamda dönüp duruyordu. Fransa, araban varsa seni sürekli bir şeyler ödetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. 

Hız aşımı 90€. Çılgınca paralar. 60 km hızla gidilen yerde 62 ile gidersen bu parayı ödüyorsun. Bunlar bizim gibi asgariden hallice, orta gelirli insanlar için korkunç paralar. Belediyeye şikayet ettim, kolluk kuvvetleri bize uyarı yaptıklarını söylüyor, dedi. Malum arabamı park ettikten sonra bulunduğu parkın fotoğrafını çekmediğimden kanıtlayamıyorum bu durumu. La pauvrette.


Fransa’nın bu işleyişine sizin yorumunuz nedir?

Yazar Hakkında

Fransız Gastesi

Yorum yap

Paylaş
Bağlantıyı kopyala